Millî Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in 12 yıllık zorunlu eğitim süresinin uzun olabileceği, önümüzdeki günlerde bunun tartışmaya açılabileceği, sözleriyle birlikte eğitim dernekleri, eğitimciler konuyu kamuoyunun gündemine taşımaya başladı. Vatandaşın tartışma konusundan pek haberi yok, ancak görüşleri var. Özellikle sanayi kesimi ve esnaf zorunlu eğitimin süresinden, kolaylığından ve üniversite eğitiminin her isteyenin kolayca ulaşabileceği bir süreç olmasından dertli.
***
Eğitim öğretimin geçirdiği safhaları bilen, yıllarca eğitim
yöneticiliği yapmış biri olarak kendi düşüncelerimi öteleyerek ve perdeleyerek
yazımı, dertlenen kesimin görüşlerini aktarmakla sınırlayacağım. Burdur Sanayi
Sitesi’ndeki bir marangoz atölyesine uğruyorum. Atölyenin sahibi ve ustası
yıllarını mesleğine vermiş, çevresinde saygı ile anılan, yetenekli biri.
***
“Hocam” diyor,
“eğitimi yapboz tahtasına çevirdiler. Okulda okuyan çocuğum yok ama işyerimde
bana yardımcı olacak çırağım da yok. Kaç arkadaşım kendisinden sonra işyerini
teslim edebileceği ustalar yetiştiremediği için bir yaştan sonra atölyesini
kapatmak zorunda kaldı. Bu gidişle birkaç yıl sonra benim atölyemi bekleyen
akıbet de bu. Öğrenciler yalnızca yaz tatilinde atölyelere gelir oldu, o da
harçlığını çıkarmak amacıyla ya da baba zoruyla.”
***
“Senin çocukların yok
mu, varsa onlar neden baba mesleğini devam ettirmediler?” diye soruyorum. İki
oğlundan birinin öğretmen olduğunu ancak üç yıldır atanamadığını; küçük oğlunun
da mobilya alanında meslek lisesi eğitimi aldığını, onun da gidip Konya’da
ziraat fakültesi okuduğundan hayıflanıyor. O da şimdi işsizmiş. “Biri güya
öğretmen, biri güya mühendis. Hangisi marangoz atölyesine tenezzül eder ki
hocam? İkisini de evlendiremedik. Büyüğün yaşı da geçiyor. Öğretmen olamayacak
bu gidişle. Polislik sınavlarına hazırlanıyor.”
***
Soba üzerinde demlenen çaydan iki bardak önümüze geliyor.
Çayları getiren kırk yaşlarında. Ona teşekkür ediyorum. Ustaya, “Bak,” diyorum,
“atölyende çalışan, sana yardımcı biri var. Şükür bir usta yetiştiriyorsun.”
Sözü ağzımdan alıyor. “Yok hocam, ne ustası? Adamcağız uzman çavuşluktan
ayrılmış, iş bulamamış. Onun da okuttuğu çocukları var. Ne yapsın garibim, işte
benim yanımda ufak tefek işlere yardımda bulunuyor.” Uzman çavuş, kendisinden
konuştuğumuzu duymuş olmalı ki o da derdini dökmeye başladı. Bir dokun bin ah
işit…
***
Konunun dağıldığını gördüğümden sözü kısa tutup müsaade
istiyorum. Ertesi gün sabah yürüyüşümden sonra ekmek aldığım fırına mutat
uğrayışlarımdan biri. Fırıncı, hemşehrim. Onu fırının başında ekmek pişirirken
görüyorum. “Ahmet, maşallah! Elinden her iş geliyor. Helal sana!” Takdir
duygularımı ifade ediyor, ekmek pişiren ustasının nerede olduğunu soruyorum.
“İşten ayrıldı hocam.” diyor. “Artık yeni bir usta bulana kadar söküğümüzü
kendimiz dikeceğiz.” Anlıyorum ki bu tür esnaflıkta işin her alanını bilmez de
çalışanlara bel bağlarsanız yolda kalırsınız. Ahmet’in fırın başında ekmek
pişirmesi iki gün sonra sona eriyor. Yeni bir usta bulmuş.
***
Fırının girişinde kafeterya benzeri bir salon var. Özellikle
sabahları fırından simit, poğaça alan kimi müşteriler burada çay eşliğinde
kahvaltı yapıyor. “Hocam,” diyor Ahmet, “hadi birer sabah çayı içelim.” Çay
bahane, sohbet masumane. Yeni işe giren ustaya ne kadar aylık vereceğini
soruyorum. Söylediği rakam kıdemli bir öğretmen maaşının iki katından fazla.
Peeh! Hamur yapan ustasını soruyorum, onun aylık ücreti de öyle.
KUTU
SİZ NE DERSİNİZ?
Biz zorunlu eğitimi 12 yıl yapmakla, üniversite dâhil tüm
eğitim sürecini zorlanmadan alınan diplomalarla ödüllendirerek hata; diplomalı
üniversite mezunlarıyla ülkemizi ihata etmekte ısrar mı etsek? Ne dersiniz?
© Copyright © 2022 Lider Gazete, Sitemizde bulunan yazı, video, fotoğraf ve haberlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz veya kaynak gösterilmeden kullanılamaz