Bazen bir şey söyleyemeyiz. Gecikiriz. Ama o gecikme sessizliğimizle birlikte zamanla yük olur.
Mesela birinin acısına ortak olmak isteriz ama “başın sağ olsun” diyemeyiz. Çünkü o kelimeler, bir kabullenişi temsil eder. Yani karşı tarafın öldüğünü gerçekten kabul etmiş oluruz bu yüzden susarız. Kalbimizin içinde yankılanan cümleyi, dilimizin ucuna getiremeyiz. Üstelik bu duyarsızlık gibi dursa da tam aksine fazlasıyla hissetmekten olur.
Aynı şekilde, yeni doğmuş bir bebeği görmeye gidip “Allah analı babalı büyütsün” demek de bazen içimizden gelmez. Çünkü sadece ezberlenmiş kalıpları tekrarlamak istemeyiz. O cümleyi kurunca bir görev tamamlanmış gibi hissedilir. Oysa hissetmediğimiz şeyleri söylemek, kendi içimize ihanet gibi gelir. İçimiz almaz bazen ama sevmediğimizden değil...
Hayat, duygularımızın gerçekliğini sorgulattığı bir zamanda akıyor. Biri öldüğünde ertesi gün story paylaşmak, aynı akşam eğlenmeye gitmek, adını bile hatırlamadığın bir bebeği görüp “çok tatlı maşallah” demek ve herkesin her şey hakkında bir yargısının bir tepkisinin olması... Hepsi sanki bir rolü oynarmışız gibi. Hatta herkesin bir tarafı olması gerekiyormuş gibi...Biz bu oyunun figüranı olmak istemiyoruz belki de. Sessiz kalıyoruz, çünkü samimiyetsizlikten korkuyoruz.
Ama şu da bir gerçek: Bazen geç kalmak da bir tür vedadır. Söylenmeyen her “başın sağ olsun”, gecikmiş her “gözün aydın” kalbimizin içindekilerin bir yankısıdır. Ne kadar kaçarsak kaçalım, duygularımız bir yerden çıkıp bizi bulur.
Ve belki de mesele, o sözü söylemek değil; içtenlikle hissedebileceğimiz bir anı beklemektir. Çünkü bazı kelimeler sadece zamanında değil, yürekten söylendiğinde anlam kazanır.
© Copyright © 2022 Lider Gazete, Sitemizde bulunan yazı, video, fotoğraf ve haberlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz veya kaynak gösterilmeden kullanılamaz