YAŞLANMAK MI, YAŞ ALMAK MI?


Bir arkadaşımın oğlunun düğünündeyiz. Uzun zamandan beri göremediğim arkadaşlarımı görme fırsatını bulduğum bir ortam. Okul müdürü iken emekli olduğunu bildiğim bir arkadaşım oturduğum masaya doğru yaklaşıyor. Omuzlar çökük, olduğundan daha yaşlı bir görünüm. “Emeklilik zor, evden kahveye, kahveden eve…” diyor bezgin, yılgın bir ifadeyle. “Hayatın her safhası güzel, onu değerlendirecek bir şeyler mutlaka olmalı, yeter ki biz onları arayalım.” diyorum ayaküstü yaptığımız kısa konuşmada. Tebessüm ederek yanımdan ayrılıyor.

Düğünün sonuna doğru arkadaşlarımdan birini daha görüyorum. Biraz önce pistte oynarken gördüğüm ama merhaba demek için bana yaklaştığında ancak tanıyabildiğim, daha önceleri aynı okulda birlikte çalıştığımız bir arkadaşım. “Zinde görünüyorsun.” diyor bana. Bu değerlendirme hoşuma gidiyor, teşekkür ediyorum. “Bende kendini görüyorsun, düğünü şenlendirenler arasındaydın hep.” sözümü iltifat kabul ettiğini belirtiyor ama bu sözümden hoşnutluğu yüzünden okunuyor. Eşi dört beş yıldan beri amansız bir hastalıkla cedelleşiyor, bunu biliyorum. Arkadaşımın, bu süreçte eşine hep destek olduğunu da… “Yazılarını takip ediyorum, okumak hayatımda vazgeçilmez bir uğraşı oldu.” diyor. Tebrik ve teşekkürlerimi sunuyorum, tebessüm ediyor. Ama ilk arkadaşımın tebessümü ile bu tebessüm arasında benzerlik olduğunu söylemek, tebessümü okumayı bilmemek demek…

Düğündeki bu iki resimden ilki pesimist bir çağrışım yapıyor:

 “Ah, dönülmez akşamın ufkundayız. Vakit çok geç;

Bu son fasıldır, ey ömrüm, nasıl geçersen geç!” mısraları, edebiyatçılar tarafından büyük şair Yahya Kemal Beyatlı’nın rindane söyleyişi olarak tahlil edilse de ömrün son demlerinde olduğunun kabulü, olumlu bir algı ve mesaj gibi görünmüyor bana. Hele ömre, nasıl geçersen geç, demenin hayatı özgür bırakmak anlamını asla taşımadığı…

İlhan İrem’in optimist mısralarından bir dörtlük düşüyor aklıma:

 “Uyanınca düşünmeli

Karışmadan yeni güne

Bugün neler vereceğim

Dostlarıma sevdiğime” diye fısıldıyor kulağıma. Hayata pozitif bakan bir melodi…

Yaşlanmak ve yaş almak… İlk bakışta birbirine benzeyen tanımlamalar arasında, hayattan kopmak ve hayattan keyif almak kadar büyük fark var aslında. Artık işe yaramadığını düşünen insan yaşlanmış, hâlâ yapacağım çok şey var diyen insan yaş almıştır bence. Yaşanan yıllardan edinilen tecrübeyi hem kendisi hem dünyamız için kullanmazsa insan, edindiği tecrübeler neye yarar? Yaşanmışlıkların kimseye faydasının olmayacağı düşüncesi: Tecrübenin hapsolması…

Bir dağa tırmanıyorsunuz, çıktıkça yorgunluğunuz artıyor, nefesiniz daralıyor, kalp ritminiz artıyor. Zirvede olduğunuzu düşünüp dinlenmeyi tercih etmek ya da manzaranın etkileyiciliğini yalnızca o an için yaşamak ve bunu unutmak… Tecrübeyi hapsetmek bu olsa gerek.

Dağa tırmanırken verdiğiniz uğraşı, döktüğünüz ter, size gittikçe görüş alanınızı genişletmekte olduğu gerçeğini söylemeli. Dinlenmeyi seçtiğiniz yükseltiden seyrettiğiniz manzara harika. Doğa, ufkunuz kadar bütünselliğiyle gözleriniz önünde. Birbirine uzak olduğunu sandığınız örneğin iki gölün aslında birbirine ne kadar yakın olduğunu fark ediyorsunuz. Ya da yaylayla ovanın birbirini nasıl kucakladığını… Bu panorama size keyif veriyor. Sıra, bu keyfi dostlarınızla, çevrenizle paylaşmaya gelmiştir. Onların daha yükseklere çıkmalarını hedeflemelerine katkınız olabileceğini düşünmeniz gerek. Yaşanmışlıkların sonrakilere kılavuz olabileceği düşüncesi: Tecrübenin özgürleşmesi…

Yaşlanmak: Menfi biyolojik yaş, tecrübenin hapsolması… Yaş almak: Müspet biyolojik yaş, tecrübenin paylaşılması…