28 ŞUBAT: POSTMODERN DARBE
Kimi tarihi olayları yılı ile adlandırırken kimilerini gün
ve ay belirterek tanımlamamız üzerinde düşünmek gerekir. 1453 denince
İstanbul’un fethi, 1071 denince Malazgirt Zaferi zihnimizde hemen
belirginleşir. Ancak 31 Mart Vakası, 12 Eylül, 27 Mayıs tarihleri, yıllarına
ihtiyaç duymadığımız bu tanımlamalarla zihnimizde oluşan darbe adları…
İlklerinin gün ve aylarına, ikincilerin yıllarına zihnimiz pek ihtiyaç duymuyor
gibi.
***
“Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür.” İnsan doğası gereği
unutmaya yatkındır. İbret alınması gereken olayları zihnimizi tazelemek adına
zaman zaman gündeme getirmekte, hatırlamakta fayda var. Üzerinden yirmi yedi
yıl geçmiş, demokrasi tarihimizin kara sayfalarından birini hatırlayalım şimdi:
Meydana geliş biçimiyle, milyonlarca insanımızı mağdur
edişiyle, milletimizin üzerine bir karabasan gibi çöken bir tarihin
yıldönümündeyiz. Yılını unutsak bile 28 Şubat denince etkileri uzun süre devam
eden bir darbenin cehaletini, vahametini unutamıyoruz, unutmamalıyız da…
***
İsmail Hakkı Karadayı’nın genelkurmay başkanı, Çevik Bir’in
genelkurmay ikinci başkanı olduğu 1997 yılı şubat ayında, hükûmetin irticai
faaliyetlerde olduğu gerekçesiyle tarihe “28 Şubat kararları” olarak geçen,
aslında postmodern darbe olarak tanımlanması yerinde olan on sekiz maddelik
yaptırım içerikli karar ülke gündemine bomba gibi düştü. Askeri vesayetin
maalesef devam ettiği bir süreçte hükûmet istifa etmek zorunda kaldı. Başbakan
Necmettin Erbakan’a beş yıl siyaset yasağı getirildi.
***
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, gelenek gereği mecliste en
çok sandalyesi bulunan Doğru Yol Partisi Genel Başkanı Tansu Çiller’e hükûmet
kurma görevi vermesi gerekmesine rağmen bu görevi devlet geleneğine aykırı
olacak şekilde ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a vermişti. Mesut Yılmaz
başbakanlığında kurulan Anasol-D hükûmeti “28 Şubat kararlarını
gerçekleştirmek” misyonuyla harekete geçti. Hükûmet; askeri vesayetin bir emir
eri, bir kuklası olarak görev başındaydı.
***
Batı Çalışma Grubu tarafından başlayan ve neredeyse resmi
sivil bütün vatandaşları kapsayan “fişleme faaliyetleri” Anasol-D hükûmeti
tarafından artan bir hızla devam etti. Askeri personelin eşlerinin jurnal
faaliyetlerinde birer ajan gibi çalıştırılmak istenmesi; üniversite ve yüksekokullarda
başörtülü kız öğrencilerin örtülerini açmaları için “ikna odaları” kurulması,
açmayanların disiplin soruşturması ile okullarıyla ilişkilerinin kesilmesi;
dindar olan, namaza giden, eşinin başı örtülü olan kamu görevlilerinin
potansiyel suçlu kategorisine konulması ülke üzerine karabasan gibi çökmüştü.
Mağdurların önü arkası kesilmiyordu. Yüksek Askeri Şûra kararlarıyla
mesleğinden uzaklaştırılan askeri personel; katsayı engeliyle istediği
üniversite veya yüksekokullarda okumalarının önü kesilen milyonlarca meslek
lisesi öğrencisi…
“Basın Odası” adlı bir televizyon programında dönemin
cumhurbaşkanı, “başörtülü olarak okumak isteyenlerin Arabistan’a gitmeleri”
teklifini getirmiş; “Türban özgürlük falan değildir. Bu, gericiliktir.”
demişti.
Halkın dini değerlerine yapılan saldırı izansızlığı, 2002
yılı seçimlerinde Anasol-D ve daha sonra kurulan Anasol-M hükûmeti partilerini
yüzde on barajının altına itiverdi. 1999 yılında yapılan genel seçimlerde
halkın yüzde elli beşinin oyunu alarak koalisyon hükûmeti olan partiler, 2002
yılında yapılan seçimlerde halkın ancak yüzde on beşinin oyunu alabildi ve
hiçbiri meclise giremedi.
***
Bu sonuç, halk tarafından 28 Şubat uygulamalarına karşı
verilmiş bir reddiye idi. İhanet ya da en azından gaflet içindeki partilerin
yüzüne bir tokat gibi inen 2002 yılı seçim sonuçları; dini değerlere yapılan
saldırılara, dindar insanların mağduriyetlerine halkın tahammül sınırlarının
aşılmış olduğunu gösteriyordu.
SON SÖZ
O günlerden bu günlere… Söylenecek çok şey var ama bana
ayrılan bu köşede özetle hatırlatmak istedim.