SÖZÜN DOĞRUSU...

Maalesef günümüzde geniş hacimli, zengin içerikli yazılara, kitaplara rağbet azaldı. Dijital dünya insanı, bu tür yazıları okumaya emek vermekten, zaman ayırmaktansa kısa, spot cümleleri tercih ediyor. Başı, sonu, nedeni olmadığı; zamandan ve mekândan mahrum olduğu için de bu cümleler hafızada kalmıyor, kısa sürede ışıltısını kaybediyor ve unutulup gidiyor. Zincirinden çıkarılmış halka…

               Meşhur fıkradır: Bektaşi’ye sormuşlar, neden namaz kılmıyorsun diye. Kur’an’da namaza yaklaşmayın ayeti var, diye cevap vermiş. Ama o ayetin başında “İçkili iken” ifadesi var, demişler. Ben hafız değilim ki, diye cevap vermiş. Yazıyı bağlamından koparmak, bütünselliğinden uzaklaştırmak… Hele kompoze edilmiş düşün alanından gelen çağlayandan bilerek ya da bilmeyerek alınan bir ses, işi bazen yazarının kalemine haksızlığa kadar götürebiliyor. Elbette her okuduğumuzu haklı bulmak, doğru saymak gibi bir yanlıştan bahsetmiyorum. Böylesi bir okuma, kendi düşüncelerimizi perdelemek demek olur, bunun bilincindeyim. Kastım, sözü parçalara ayırma zahmetine…

Bundan önceki yazımda şükür, kanaat, tevekkül kavramlarını kullanmış; bu kavramların içeriklerinin bizi tembelliğe ulaştırmaması gerektiği üzerinde durmuştum. Bir arkadaşım aradı. “Yazını keyifle okudum ama…” Bence ama sözcüğünün girdiği her cümlenin ama’dan önceki kısmı önemini yitirmiştir; asıl amaç ama’dan sonraki kısımdır. “… ama şükür, kanaat, tevekkül kavramlarının anlamları dışına çıkmışsın. Şükür ve kanaat, var olanla yetinmeyi bilmeyi; tevekkül ise üzerimize düşeni yaptıktan sonra sonuca rıza göstermeyi işaretler. Oysa yazın, bu kavramları olumsuzlaştırıyor.” Eleştiri bu yöndeydi değerli okuyucularım.

Ona söylediklerimi, böyle düşünenler olabilir, düşüncesinden hareketle bir de burada özetlemek istedim:

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki bilgi birikimi sağlam yani kültürel anlamda kendisini iyi yetiştirmiş biri, okuduğu bir yazıdaki düşünceyi, bakış açısını olduğu gibi kabul etmez, etmemesi gerekir. “Gerçek şimşeği, fikirlerin çarpışmasından doğar.” diyor Namık Kemal. Gelelim açıklamaya:

“Aza kanaat etmeyen, çoğu bulamaz.” demiş atalar. Yazımda söylemeye çalıştığım tam da bu. “Aza kanaat et, çoğu arama.” demiyor bu söz. “Aza kanaat et, şükret ama çoğu da bul; bulma gayreti içinde ol.” diyor. Tembelliğe değil, çalışmaya; statiğe değil dinamiğe yönlendiriyor; dünyada olan onca adaletsizliğe, zulme rıza göstermeyi değil, güçlü olma yolunda durmadan, yılmadan, yorulmadan ileriyi hedef gösteriyor. Hepimiz derviş değiliz ki “Bir lokma, bir hırka…” diyelim. Elbette tamahkârlığını, açgözlülüğünü başkalarının hakkına tecavüz ederek doyurmaya çalışanların yollarını etik bulmuyorum. Sözüm meşru zeminde yürüyerek bireysel ve toplumsal anlamda sürekli ileriyi hedeflememize, bilerek ya da bilmeyerek, ket vurmaya çalışanlara. Zira milletin manevi iklimine hitap eden bu ve benzeri kavramları kimileri işine geldiği kullanıyor.

Yazar, sözcüklere düşün derinliğinde anlamlar kazandıran; adeta kuyumcu gibi sözcükleri işlemesini bilen insandır. Sırf yazmış olmak için yazmak, nafile kelam. Düşünen insanlar için bir değer ifade ediyor hatta karşı durularak içeriği eleştirilebiliyorsa o yazı kuyumcu ustalığında imbikten geçirilmiş, kıymetlenmiştir. Sarrafı kuyumcudan ayıran bu. Cevheri mücevher yapmak…      

Biz ise ne kuyumcu iddiasında ne boşa kelam kapısındayız.