KURUTULMUŞ AŞKLAR MEZARLIĞI

Ne çok şey yaşadın bu hayatta. Ne çok aşklar eskittin, adı aşk olan. Kimine gün sayarken, kimine göz devirdin. Ama en çok da mezarlıkta gözyaşı döktün. Ağladığın kendin miydin, yoksa geçip giden zamanın silikleştirdiği arzuların mıydı? Hiçbir zaman bilemedin. Ama işte şimdi durduğun yerde koskoca bir boş vermişlik. Gelişine yaşamak gibi belki de gidişine…

***

Sahi anlatsana, sen kimsin? Hangi aşkın kapısından giremedin. En çok hangi aşka yakıştırdın kendini, hangi bahçenin duvarında bir sarmaşık olmak istedin? “Her ölüm erken ölümdür” demiş şair. Hangi ölümlere nokta koymuş ki. Biten, bitmesi gereken, bitesiye ölümlerle çevrili etrafımız. En çok da eski aşklar…

***

Çürümeye yüz tutmuş meyveyi atarız da, artık eskittiğimiz kıyafetlerimizle bir gecede vedalaşırız da iş aşka gelince… İşte orada bir dur derler. Besleyip büyüttüğü yavrusundan ayrılmak istemeyen ana gibi yapışırız koynuna. Beslediğin nedir ki? Aslında kendi duyguların. Büyütüyorsan sen büyütüyorsun. Emek verdiğin her şey sana dönmez. Bazen sadece öğrendiğin, emek verme işidir. Emeği öğrenmek senin çok başka bir işinde kazanç olarak dönecektir belki de. Kim bilir!

***

Hayat böyle. Çok özendiğin, çok emek verdiğin bir aşk ( ya da senin aşk zannettiğin) kurutulmuş bir çiçek gibi kitap sayfalarında kalmaya mahkum olur. Bir gün o kitabı açarken aradan düşüverir o çiçek. Bakarsın düşerken çıkardığı sese. Hep böyle miydi bunun görünüşü dersin. Halbuki zamanında ona yüklediğin anlam solmuştur o kitap yaprağında. Sessizce mezarlıkta yerini alır. Ara ara ziyaret etmekte fayda vardır ama canlandırmaya çalışmak işte o, gülünesi bir çabadır. Bırak huzurla yatsın toprağında.

***

Bazen fısıltılar duyulur kurutulmuş aşklar mezarlığında. Kendinizi iyi hissetmediğinizde şöyle dönüp bir bakarsınız. Ah’lar zamanı başlamıştır. Ne kadar süreceği tamamen size bağlıdır. İsterseniz kendinizi kahredene kadar devam edebilirsiniz. Ama en güzeli bir nefeslik zaman tanımaktır. Zaten mezarlıklar bizim için nedir? Yüklediğimiz anlamlardır. Pişmanlıklarımız, söyleyemediklerimiz, boğazımızda düğümlenenlerdir. Ama ne yaparsak yapalım öyle kalmaya mahkumdur.

***

Hayat sürekli bir şeyleri düşünecek kadar uzun değil belki de. O yüzden kafamız sürekli ona bakar. Bize gitmemiz gereken yönü gösterir. Çok büyük bir aşk acısıyla baş etmemizi sağlar düşünce dünyamız. Kendimizi de gömmeden nasıl geçip gideceğimiz, belki de eski aşkların hikayelerinde gizli. Birçok büyük aşkın kimyasında kavuşamamak var. Kavuşamazsın büyütürsün dünyanı. Kavuşamadıkça o dünya, hayatının merkezine oturur. Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Arzu ile Kamber…

***

Yıllar önce “Tarla Kuşuydu Juliet” adlı oyununu büyük bir keyifle seyrederken fark etmiştim ki hayat kısa aşklar da kısa. Epraim Kishon, bu oyununda Romeo ve Juliet’e alternatif bir son yazar. Son anda intiharın eşiğinden dönen aşıkları, 30 yıllık evli olarak görürüz oyunda. Ve fark edersiniz ki ölümsüz aşklar yok. Sadece anlar var. İşte gömdüğünüz de aşklar değil yaşadığınız anlardır.

Bırakın onlar kurutulmuş aşklar mezarlığında dinlenmeye devam etsinler. Öyle güzel veda edin ki eski yaşanmışlıklarınıza ziyaret ettiğinizde yüzünüzde az da olsa bir gülümseme bırakabilsinler. Niceleri geldi geçti bu hayattan.

SON SÖZ

Ne ben sonuncuyum ne sen sonuncu ya da sizler sonuncusunuz. Amaç gerçekten güzel olanı güzel yaşamaksa ne diye mezarlıkta dönüp duruyoruz? Yol bu yanda. Hak ettiğiniz tarafta. Haydi!