GAZETECİ OLMAK

Özellikle büyükşehirlerde yaşayanların özlemi, emekli olduktan sonra şehrin kalabalığından ve stresinden kaçıp Ege’de ya da güneyde bir sahil kasabasına yerleşmektir.

“Mandıra Filozofu” gibi bir yaşam sürmektir.  Deniz kıyısında müstakil bahçesi olan küçücük bir ev sahibi olmaktır.  O küçük bahçede organik sebzeler, meyveler yetiştirip, tavuklar beslemektir.  Sessiz, sakin, doğayla baş başa kalabilmektir.  

Gazeteciler arasında da bu hayalin peşinde koşan çoktur.

Benim görüşüme göre;

Gazetecilik dünyanın en ağır işlerinden biridir.

Eğer gazeteciyseniz, hele de sahada çalışan bir muhabirseniz ya da yazarsanız başınız dertten kurtulmaz. 

Çünkü yaptığınız haberler birilerini rahatsız eder.

Yalancılıkla suçlanırsınız. 

Bizzat başıma geldiği için söylüyorum:

Rüşvet karşılığında haber yapmakla bile itham edilirsiniz.

Onurunuz, şerefiniz iki paralık edilir.

Şikayetçi olursunuz.

Rüşvet suçu hukuken kamu çalışanlarına özgü bir suç olduğu gerekçesiyle şikayetinizden sonuç alamazsınız.

İtiraz edersiniz.

Gazeteciliğin kamu adına yapılan bir iş olduğunu söylersiniz.

Kamu adına görev yapmakla kamu çalışanı olmak aynı şey olmadığı için hukuken bir sonuç alamazsınız.

Bazen “Kıçı kırık” gazeteci diye aşağılanırsınız. 

Haber yapmamanız için tehdit edilirsiniz.

Hatta “Rüzgara karşı tükürme. Tükürürsen kendine bulaşır” diyenlerle karşılaşırsınız.

Sıcak olayları takip ederken saldırıya uğrar dövülürsünüz.

Yetmedi öldürülürsünüz. 

Kalabalık ortamlarda görüş alanlarını kapattığınız için azar işitir tekme, yumruk yersiniz.

Çekim yapmak isterken çıktığınız yerden düşüp hayatınızı kaybedebilirsiniz. 

Kavga ya da çatışma ortamında kalıp kim vurduya gidebilirsiniz.

Haber takibi sırasında konvoydan kopmamak için kuralları ihlal etmek zorunda kalıp kaza geçirirsiniz.  Yaptığınız haberden zarar gördüğünü iddia edenlerin açtığı tazminat davalarıyla yıllarca uğraşırsınız.

Ufacık bir kelime hatasından dolayı açılan davayı kaybedebilirsiniz.

Talep edilen bol sıfırlı rakamlarla bırakın kendi mal varlığınızı sülalenizin mal varlığını bile toplasanız ödeyemezsiniz.

Mahkemelerden, karakollardan tebligatlar geldikçe, oturduğunuz apartmanın kapısına ya da posta kutusuna evrağınızı almak için muhtarlığa gitmeniz için ihbarnameler yapıştırıldıkça; komşularınızın şaşkın ve şüphe dolu bakışlarına maruz kalırsınız.

Adeta suç makinesiymiş gibi görülmeye başlanırsınız.

Duruşmalara katılmaktan, mahkemelerin talimatı üzerine sosyal ve ekonomik yönden araştırma yapan polislerin konu komşudan sizi sorduklarını  “ Polis sizi siye araştırıyor” diye yanınıza gelen komşularınızdan öğrenirsiniz.

Benim hakkımda da bugüne kadar bir sürü şikayetçi olan oldu.

Medya patronları,  holding sahipleri, dolandırıcılar, yağmacılar,  sapıklar, katiller, suç örgütleri…

Şikayetler, soruşturmalar, davalar, iftiralar.

Say say bitmez.

Başınızı bile kaldıramaz hale gelirsiniz.

Arkanıza bakarsınız;  kimseyi göremezsiniz.

Yalnız bırakıldığınızı;

Herkesin kendi derdinde olduğunu fark edersiniz.

Yorulursunuz.

Bu nedenle bazen dinlenmek; doğayla baş başa kalmak iyi gelir. Bu kaçış değil, olsa olsa bir moladır.

Bir polis bundan iki yıl önce ne iş yaptığımı sorduğunda  “Emekliyim” diye yanıt vermiştim. Nereden emekli olduğunu sorunca gazeteci olduğumu söyleyince yüzüme bakıp “Gazetecinin emeklisi olmaz” demişti.

Hakkımda açılan davalara gelince ; Bugüne kadar yazdığım her kelimenin arkasında durup hiçbir ceza da almadım.

Tek kuruş bile olsa tazminat ödemeye de mahkum edilmedim.  

Son söz

“Basın hürdür sansürlenemez”

Sizce de öyle mi?