EKO-PSİKOLOJİ

Eko-psikoloji  kavramı ilk olarak, 1992 yılında Theodor Roszak tarafından "Yeryüzünün Sesi” adlı kitabında ortaya konulmuştur. Roszak, “eko-psikoloji” kavramı ile doğadan kendisini soyutlayan insanın ruhsal olarak mutsuz olduğunu ileri sürmüş ve ruhsal sağlık için bireyin iç dünyası ile dış dünya arasındaki etkileşimin önemine vurgu yapmıştır. İnsan tarafından doğaya verilen zarar ve hasarın, "buradaki ruh" ile "oradaki doğa" arasındaki "asırlık zihin ve doğa arasındaki ayrımı" yıktığı ifade etmiştir. 

***

Eko-psikolojinin amacı, insanları psikolojik olarak doğa ile yeniden birleştirmek, zihin ve çevre arasındaki etkileşimi anlamak ve sürdürülebilir davranış ile zihinsel sağlığın doğayla bağımlılığını onurlandırmak, ekolojik olarak zararlı davranış modellerini değiştirmektir. Eko-psikoloji, özellikle modernite ile birlikte artan yaşam mücadelesinin sebep olduğu olumsuzluklara yoğunlaşmakta ve insanın maruz kaldığı zihinsel ve ruhsal yıpranmaya çözüm olarak doğayı göstermektedir.

İnsanoğlunun geleceği söz konusu olduğunda, son 20 yılda karşı karşıya kaldığı en önemli sorunlar arasında, doğa ve çevre sorunları gelmektedir. Doğada meydana gelen birçok değişiklik; doğal kaynakların tükenmesi, iklim değişimleri, canlı türlerinin yok olması doğanın dengesini bozmaktadır. İnsanın başrolü oynadığı ekolojik dengenin bozulması sadece insanoğlu için gerekli yiyecek, içecek, barınma vs. gibi birçok ihtiyaçların karşılanamaması sonucu fiziksel zarar değil, aynı zamanda bireyin ruh sağlığını da olumsuz yönde etkilemektedir.

***

Özellikle endüstri devrimiyle birlikte yoğun sanayileşme sürecinin başlaması ve bu sürecin tetiklediği kentleşme süreci, doğanın tahrip olması ve doğal yaşamın sekteye uğramasına neden olmaktadır. Bu durum insanların ruhsal yapılarını da etkilemektedir. Çünkü insanın sağlıklı bir beden ve psikolojik yapıya sahip olabilmesi için sosyal ilişki kurmaya ihtiyacı olduğu kadar, doğaya yakın, doğa ile iç içe olduğu bir yaşam tarzlarına da ihtiyaç duymaktadır.

***

Doğa ile insan arasında kuvvetli bir bağ bulunmakta, bu bağın sebebi  “İnsan varoluşunun bilinçaltından hayatını devam ettirme ve yaşamsal bağlantılar kurma çabası” dır. İlk olarak MÖ 563-MÖ 483 yıllarına dayanan Uzakdoğu ülkelerinde ve Hindistan’da özellikle dini terminolojide (Hinduizm ve Budizm) transa geçme ve manevi olgunlaşma (nirvana) aracı olarak kullanılan doğa, daha sonraları psikolojik iyileştirme yaklaşımı olarak kullanılmaya başlanmış; özellikle farkındalık terapisi ve meditasyon uygulamalarında etkin bir şekilde faydalanılmıştır.  Günümüzde pozitif psikoterapi bağlamında birçok ülkede doğa terapi (Ecotherapy/Nature Therapy) uygulamalarına rastlamak mümkündür.

Yapılan çalışmalar doğayla ilişkili olma ile depresyon, anksiyete ve stres arasında negatif ilişkiler olduğunu göstermektedir. Başka bir ifadeyle doğayla ilişki azaldıkça depresyon, anksiyete ve stres artmaktadır. İlgili alanyazın incelendiğinde, doğayla ilişkili olma ile öznel iyi oluş ve mutluluk arasında pozitif yönde bir ilişki bulunmuş;  buna karşın doğayla ilişkili olma ve depresyon arasında negatif ilişki bulunmuştur (Zelenski & Nisbet, 2014.

***

Pretty, Peacock, Hine, Sellens, South, ve diğerlerinin (2007) yapmış olduğu bir araştırmada doğa etkileşim merkezli uygulamaların ruh sağlığı ve psikolojik iyi olmayı arttırdığı tespit edilmiştir.

Sadece fiziksel var oluşumuz için değil, aynı zamanda ruh sağlığımız için de vazgeçilmezimiz olan doğayı yok etmek, kendimizi de öldürmek demek iken, doğaya bu kadar zarar neden…?

Freud, yıllar önce “nevrozların kaynağının uygarlık” olduğunu söylemiş…  Ya doğa ile barışarak ruhsal ve bedensel sağlığa kavuşacağız ya da doğaya zarar vermeye devam ederek nevrotik bir topluma dönüşerek kendi kendimizi mutsuzluğumuzda yok edeceğiz…