AKİF’İ ANARKEN

Milletlerin hayatında abide şahsiyetler vardır.

Toplumun millet olma süreci, hamurun mayalanarak kıvama ermesi… Türk’ün millî kimlik hafızasının tazelenmesi, cilalanması sürecinde nice mihenk taşları bulunur.

Yakın tarihimizde Mehmet Akif Ersoy, bunlardan biridir.

Çanakkale Zaferi’ni görmemiş; ama tahayyülünde eşsiz bir şekilde canlandırmıştır. Emperyalist güçlerin vahşetini,

“Eski dünya, yeni dünya, bütün akvâm-ı beşer,

Kaynıyor kum gibi, tufan gibi, mahşer mahşer,

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk,

Sade bir hakikat var ortada, vahşetler denk.” duyuşuyla tasvir ederek, neredeyse bütün Batı’nın Türk’e olan haksız, vicdansız işbirliğini anlatmıştır. (Şimdi gel de Batı’nın yaptıklarıyla dünü ve bugünü arasında bir köprü kur. Kur ki o köprüde insan hakları savunucu(!) ve temsilcileri(!)nin ikiyüzlülüğünü, sahtekârlığını gör.)

 Burdur Milletvekili olarak Ankara’da bulunduğu sıralarda Anadolu’dan elîm haberler gelmekteydi. Memleketimizin hemen hemen her köşesi işgal altındayken Bursa da Yunanlılar tarafından muharebesiz işgal edilmişti. Osman Gazi’nin, Orhan Gazi’nin türbelerine çirkin saldırılarda bulunuluyordu; halkın can, mal, namus güvenliği yok olmuştu. Haberler Ankara’ya ulaştığında bütün vatanseverler gibi Akif de kahrolmuştu. O akşamüstü, ayakları Akif’i şehrin dışına çıkardı. Derin düşünceler içindeydi Akif. O sırada bir ağaca konan bülbülün acı bir çığlık attığını duydu; bir bülbüle baktı, bir vatanın içinde bulunduğu içler acısı, kahrolası duruma... Bülbülle söyleşmeye başladı, yoğun hisler içinde:

“Eşin var, âşiyânın var, bahârın var ki beklerdin,

Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?”  diye sordu bülbüle. Edebiyatımıza şaheser olarak kazandırdığı “Bülbül” şiiri böyle doğmuştu. Bülbülle hasbihâli, vatanın içinde bulunduğu vahim durumdu.

“Dolaşsın, sonra, İslamın harem-gâhındanâmahrem.

 Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem.” diyerek bitiriyor, özeleştirisindeki çaresizliği, umuda dönüştürme mesajları veriyordu.

“Bastığın yerleri ‘toprak’ diyerek geçme, tanı,

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı,

Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.”

O, milletimizin en karanlık günlerinde duruşuyla, sesiyle, seslenişiyle, bu büyük millete moral olmuş; küllerinden yeniden doğacak olan Türk’ün devletini, istiklalini müjdelemiştir.           

 İnanmıştı kader-i İlahiye, vatanın istiklaline, milletin hürriyetine. İnanmıştı şanla, şerefle dolu tarihine, ülkemizin azizliğine, ecdadımızın gelecek nesiller için çizdiği engin dünyaya ve inanmıştı gençliğe:

“Âsım’ın nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek,

İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.” sözleri, inanışının billurlaşmış şekliydi.

Böyle mihenk taşlarına, abide şahsiyetlere sahip olmak, elbette milletimiz için övünç vesilesidir.

Vatanımızın bugün içinde bulunduğu durum, Batı’nın Türk’e olan düşmanlığından asla vazgeçmediğini göstermiyor mu? Ateş çemberine düşmüş ve fitnelerle vatan hainlerinin kışkırtıldığı bir durumda değil miyiz yine?

Bugünümüzü anlayabilmek için geçmişimizi iyi bilmemiz gerekiyor. Birlik ve beraberliğimizi koruyarak, bu vatanı aziz bilip sevmeyi, gerektiğinde uğrunda ölmeyi, çalışarak dünyanın en önde gelen devleti olmamız gerektiğini asla unutmamalıyız. “Muhtaç olduğumuz kudret, damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur.”

Ölümünün 87. yılında onu rahmet, minnet ve şükranla anıyoruz. Ruhu şad olsun.