AH GÖNÜL VAH GÖNÜL VAY GÖNÜL!

Bir deryaya dalınca insan, gördüğü manzaranın ihtişamından kendisini bir türlü alamıyor. Erzurum mesela… Ata yadigârı Çifte Minareli Medrese’yi seyrediyorsunuz, yapı taşlarındaki ustalığın inceliğine hayran kalıyorsunuz. Yanı başında Ulucami. Arkanızı dönüyorsunuz Kale, Tepsi Minare. Biraz ileride Mimar Sinan eseri Lalapaşa Cami, Yakutiye Medresesi. Selçuklu ve Osmanlı eserleri iç içe. Hangisini seyretseniz, inceleseniz sanki diğerlerini ihmal ettiğinizi, onlardaki harikuladeliğe haksızlık etmiş olduğunuzu hissediyorsunuz.

***

Edebiyatımızdaki duygu yoğunluklu; iman, inanç yüklü; sanatsal anlatımlarıyla bizi etkileyen ürünlerimiz de öyle. Beni bu duyguya “gönül” kavramını bir halk edebiyatı örneğimizden hareketle anlatmaya çalıştığım son yazım sürükledi. Âşık Ali’ye ait “Gönül gel seninle muhabbet edelim” şiirini seyre, tahlile dalarken diğer incileri görmezden gelmemin haksızlık olacağını hissettim. Biliyorum ki hangilerini anlatsam diğerlerindeki yüceliğe haksızlık etmiş olacağım. Gönlümden gelen bu sese kulak vererek hiç olmazsa birkaçını -şiirlerin tamamı olmasa da ve kısa açıklamalarla da olsa- hatırlayalım istedim. Dinledikçe insanı duygulandıran, gönül sızısını hissettiren bir Adana türküsü ile başlayalım:

               “Ah neyleyim gönül senin elinden

                 Her zaman ağladım gülemem gayrı

                 Ben bıktım usandım elin dilinden

                 Terk ettim sılayı dönemem gayrı”

***

Âşık Ferrahi de gönlü kişileştirip ondan şikâyet ediyor. Şikâyet edilen ozanın kendi gönlü, kendi nefsidir. Ona bir türlü söz geçirememektedir. Afşinli Âşık Gulfani’nin, “Niçin yokuşa sürersin atını/ Hiçbir söz anlamaz oldun vay gönül/ Bilemedin gramını tartını/ Niye boş hayale daldın vay gönül” dörtlüğüyle başlayan şiirindeki gönlün söz dinlemez, başına buyruk hâlini, Âşık Ferrahi yaptıklarından hep zarar gördüğünü, hep ağladığını dile getirerek anlatmış. O kadar çaresizdir ki bu yıkımdan bir türlü kurtulamayacak, bir daha gülemeyecektir. Dillere düşmüş, buna dayanamamış ve bir daha geri dönmemek üzere sılayı terk etmek zorunda kalmıştır.

               “Der Ferrahi yandım yar ateşine

                 Neler gelir gariplerin başına

                 Ağlayarak gelme mezar taşıma

                 Uyanıp da sana gülemem gayrı”

Ozanı dillere düşüren gönlüdür. Gönlünün ateşi sevgiliden kaynaklanmaktadır ve bu acı kendisinin sonunu getirecektir. Gönlünün mezarı başına gelip, pişmanlığını ağlayarak ifade etmesinin de zamanı geçmiştir. Mezardan kalkıp da gönlüne, heyhat, diyerek onu alaylı bir gülmeye dahi layık görmemektedir. “Geçti Bor’un pazarı” neviinden…

Kimi şiirlerinde beşeri aşkı, kimi şiirlerinde ilahi aşkı işleyen Sivaslı merhum ozanımız Ruhsati’ye kulak verelim şimdi de:

               “Mevlâm kanat vermiş uçamıyorsun

                 Bir nefsin elinden kaçamıyorsun

                 Ruhsati dünyadan geçemiyorsun

                 Topraklar başına vay deli gönül”

***

Gönül maddeyle değil ruhla ilgili bir kavramdır. Hissettiği her ne ise ona ulaşmak için çok çaba sarf etmesine gerek yoktur. Mesafeleri bir anda alan hüma kuşu gibidir. Bütün bunlara rağmen nefsin elinden bir türlü kaçıp kurtulamamaktadır. Manevi güzelliklere değil maddi varlığa meyletmekte ancak yanılmaktadır. Gönlünün yanılgılar, yanlışlar içerisinde olduğunu ikrar eden Ruhsati son mısrada “topraklar başına” halk sözüyle pişmanlığını taçlandırıyor. İnsanın manevi varlığının ifadesi, inanç ve duygularımızın kaynağı olan gönül, şiirde tövbeye niyeti olmayan bir günahkârdır. İnsanda can çıkar da huy çıkmazmış. Ozanımız da, ne kadar şikâyetçi olsan da nefsinin elinde esirsin ve isteklerine boyun eğmek zorundasın, diyerek çaresizliğini dile getiriyor.

Üç ozanımızın şiirlerinden ve bestelenerek ezgisiyle birlikte gönül telimize vuran seslenişlerinden hareket ederek “gönül” yolculuğu yaptık. Edebiyatımızda “gönül” kavramını işleyen daha nice şiirlerimiz, türkülerimiz, gazellerimiz var.

SON SÖZ

Klasik edebiyatımızın bu konudaki incilerinden örülü bir yazıda –nasip olursa- buluşmak ümidiyle…